Gilles Deleuze Kimdir? Biyografi Sayfası

25.10.2021
411
Gilles Deleuze Kimdir? Biyografi Sayfası

Gilles Deleuze Kimdir? Biyografi, bölümünde Gilles Deleuze Kimdir? Biyografi sayfası ile karşınızdayız. Gilles Deleuze Kimdir? Biyografi detayları ile daha da iyi tanıyalım.

Gilles Deleuze Kimdir? Biyografi – Kaç Yaşında – Memleketi Neresi

Gilles Deleuze Kimdir

Gilles Deleuze, 18 Ocak 1925 senesinde dünyaya geldi. Paris’te bir devlet okulunda başladığı eğitim hayatına Almanların Fransa işgali üzerine Normandiya’da devam etmiş, işgal bittikten sonra seyehat etmek için bile olsa artık pek ayrılmayacağı Paris’e yeniden dönerek yaşamı boyunca çalışmalarını burada sürdürmüştür.

Söz konusu işgal sırasında Deleuze’ün erkek kardeşi çeşitli muhalif faaliyetlerde olduğu gerekçesiyle Nazilerce tutuklanmış ve ardından Auschwitz’e gönderilirken trende yaşamını yitirmiştir.

Deleuze, 1944 senesinde Sorbonne’da üniversite öğrenimine başlamış, burada ileri gelen felsefe tarihi profesörleri Jean Hyppolite, Georges Canguilhem, Ferdinand Alquié ve Maurice de Gandillac’ın öğrencisi olmuş ve hocalarından çalışmalarının ilk ilhamlarını almıştır. Deleuze bir röportajında öğrencilik senelerından bahsederken akademi dışından bir figür olarak Sartre’ın düşüncelerinin de bu sürede boğucu bir biçimde Husserl ve Heidegger’in düşünceleri etrafında dönen Fransız akademisi içinde ferah bir nefes gibi geldiğini belirtir. 1948 senesinde agrégation derecesini aldıktan sonra 1956 yılına kadar uzun bir dönem çeşitli liselerde öğretmenlik yapmıştır. Bir çevirmen olan eşi Denise Paul “Fanny” Grandjouan ile 1956 senesinde evlenmiştir. Lisede öğretmenlik yaptığı bu sürede David Hume’un amprizmine yoğunlaştığı Ampirizm ve Öznellik (1953) kitabını yayımlamıştır.

1957 senesinde Sorbonne’da ders vermeye başlamış ve on iki yıl boyunca Paris’te değişik eğtim kurumlarında çalışmıştır. Üniversitelerde ders verdiği bu sürede yayınlarına Nietszche çalışmalarına yeni bir soluk getirecek olan Nietzsche ve Felsefe (1962) ve kısa aralarla Immanuel Kant’ın Eleştirel Felsefesi (1963), Proust ve Göstergeler (1964) ve Bergsonculuk (1966) ile devam etmiştir. 1968 senesinde doktora derecesi için bitirdiğı iki tez çalışmasını, Fark ve Yineleme (1968) ile Spinoza ve İfade Problemi (1968) kitaplarını yayımlamıştır. Deleuze’ün uzun yıllar sürecek olan akciğerleriyle alakalı rahatsızlığının başlangıcı da bu döneme rastlar.

Deleuze 1969 senesinde bir eğitim reformunun denendiği zamanda Vincennes’te bulunan Paris VIII’de kalıcı olarak öğretim görevlisi pozisyonunda çalışmaya başlamıştır. Burada öncedenden tanıdığı Michel Foucault ile arkadaşlığı perçinlenecek ve Félix Guattari ile tanışacaktır. Deleuze 1987 senesinde emekli olana kadar bu üniversitede çeşitli dersler ve seminerler vermiştir. Burada verdiği derslerin bir bölümü Richard Pinhas ve bazı diğer öğrencilerinin inisiyatifiyle kaydedilmiş, yazıya dökülmüş ve internet üzerinden paylaşıma açılmıştır.

Deleuze Paris VIII’de çalışmaya başladığı yıl Anlamın Mantığı (1969) isimli çalışmasını yayımlamıştır. Félix Guattari’yle uzun yıllar sürecek olan birlikte çalışmaları da bu kitabın yayımlanması sonrasına rastlamış ve ortak çalışmalarının ilk ürünü üç yıl sonra yayımlanacak olan Anti-Oedipus (1972) olmuştur. Deleuze ardından Anlamın Mantığı’nın İtalyanca baskısı için kaleme aldığı sunuş yazısında bu kitabının kendisi için bir dönüm noktası teşkil ettiğini ifade ederken kimi psikanalitik kavramları yettiği kadar eleştirel ele almadığını dile getirecek ve bu noktada Anti-Oidipus’ta ortaya koyacakları yeni kavramlarda Félix Guattari’nin dönüştürücü tesirinin altını çizecektir.

Kapitalizm ve Şizofreni başlığı altında topladıkları iki ciltlik çalışmalarının ilk kısmı olan Anti-Oidipus (1972) Mayıs 68 atmosferi içinde siyasalın yeniden düşünüldüğü bir çalışma olarak öne çıkar. 1975’te yine Guattari ile birlikte kaleme aldıkları Kafka: Minör Bir Edebiyata Doğru çalışmalarının sonrasında toplam sekiz yıllık bir aradan sonra Kapitalizm ve Şizofreni çalışmalarının ikinci kısmı olan Bin Yayla’yı (1980) yayımlamışlardır. Bin Yayla’nın, Anti-Oidipus’ta çok temel önem arz eden bazı kavramlara hemen hemen hiç değinmeden yeni problematikler, yeni sorular ve yeni kavramlar gündeme getirerek, kavramların durağan ve kopuk bir düzen arz ettiği kapalı bir sistemden ziyade farklı soruların ve bu soruların başlangıç, bitiş ve kesişme noktalarının durmadan yeniden tasarlandığı, bir bakıma tam da mevzu bahis çalışmanın altını çizmeye çalıştığı şekliyle, “rizomatik” bir yazma ve düşünme şeklini hayata geçirdiği söylenebilir.

80’li senelerda Francis Bacon’un fotoğraflarıni değerlendirdiği Francis Bacon: Duyumsamanın Mantığı’nı (1981), iki ciltten bir araya gelen sinema çalışması Hareket-İmaj (1983) ve Zaman-İmaj’ı (1985) ve Leibniz monografı Kıvrım: Leibniz ve Barok (1988) çalışmalarını yayımlamıştır. Yine bu sürede kaybettiği arkadaşı Foucault’nun ilerleme ve kırılmalarıyla düşünsel güzergahını inceleyip farklı zamanlarda yeniden formüle edeceği Foucault (1986) monografını yayımlamıştır. Deleuze, Foucault’nun ölümünün sonrasında verdiği çeşitli röportajlarda Foucault’nun çalışmalarının ne denli ufuk açıcı olduğunu vurgulamış ve bir röportajında Foucault’ya onun kendisine duyduğu ihtiyaçtan çok daha yüksek ihtiyaç duyduğunu ifade ederek Foucault’nun çalışmalarına duyduğu ilgi ve hayranlığı mütevazı bir biçimde dile getirmiştir.

1991’de Guattari ile son ortak çalışmaları olan Felsefe Nedir?’in (1991) yayımlamışlar ve bu yayından bir yıl sonra Guattari yaşamını yitirmiştir. Bu senelerda Deleuze’ün akciğer rahatsızlığı da ağır ve çalışmalarını engelleyecek bir biçimde seyretmeye başlamış ve çoğunlukla edebi metinler üzerine değerlendirmelerinden bir araya gelen Kritik ve Klinik (1993) kitabının yayımlanmdı.

Gilles Deleuze, 4 Kasım 1995 tarihinde Paris’te, evinde intihar ederek öldü.

Deleuze ölümünden kısa bir süre önce Claire Parnet ile birlikte Arte Channel için alfabe formatında kaydettikleri uzun bir söyleşi yapmış ve İçkinlik: Bir Hayat başlıklı kısa bir yazı yayımlamıştır. Yaşamının son senelerında Deleuze’ün Marx’ın İhtişamı başlıklı bir Marx monografı üzerine çalıştığı bilinmektedir.

Deleuze’ün ölümünün sonrasında çağdaşları Deleuze’ün felsefe tarihini yorumlayışının ve kendi felsefesinin özgünlüğünü vurgulayan yas yazıları kaleme almışlardır. Bu yazılar içinde şüphesiz en dikkat çekenlerden biri Jacques Derrida’nın Deleuze’ün çalışmalarıyla kendi çalışmaları içinde jestlerde ki aşikar uzaklığa rağmen tezlerde önemli bir yakınlık gözlemlediğini ve Deleuze’ün ardında tamamıyla kendisine özgü ve mukayeseye gelmeyen biz iz bıraktığını açıkladıği 7 Kasım 1995’te Libération’da yayımlanan yas yazısıdır.

Gilles Deleuze’ün düşüncesinin kavramsal bir haritasını çıkarmak için ilk kez Deleuze’ün felsefenin yaratıcı bir etkinlik olduğunu vurgulayan yaklaşımına ve özgün kavram kayrayışına başvurmak gerekir. Deleuze, felsefeyi bir tefekkür etkinliğinden ziyade kavram yaratımı olarak tanımladığından bütün çalışmalarında yeni kavramlar ortaya koymuştur. Felsefenin yaratıcı bir faaliyet olarak tanımlanması ilk kez özdeşlikten ziyade farkı, kapalılıktan ziyade çoklu bağlantıları ve mutlak kararlılık veya keskinlik gözeten bir tespitten fazla kararsızlık ve belirsizlikleri kucaklayan bir açık uçluluğa dayanan yeni bir yaklaşımı gerektirdiğinden ne çalışmalarında ortaya koyduğu kavramlar ne de bu kavramlar içindeki ilişkiler bir sabitlik arz eder. Deleuze’e göre hiçbir kavram tek bir parçadan, tek bir öğeden oluşmaz bu yüzden her kavram komplekstir ve birden çokluk belirtir. Bu parçalar hem birbirlerinden ayrıdır hem de birbirine temas ettikleri veya birbirlerini kestikleri sahalar söz konusudur. Bu ayırtedilemezlik eşikleri en nihayetinde ayrı birer konsept ifade edecek olan çokluklar içinde da mevcuttur. Kavramlar dahili tutarlılıklarını parçalarının örtüşüp iç içe geçtiği bu sahalardan, dışsal tutarlılıklarını da diğer kavramların aynı düzlemde oluşturdukları bağlantılardan alırlar. Deleuze’ün kavram kavramının diğer bir önemli özelliği de kavramın bir şeyin özünü ifade etmekten veya zamansal-mekansal bir eksende konumlandırmaktan ziyade bir yeğinlik ekseni boyunca dizilim ifade etmesidir. Bu yeğinlik ekseninde kavramların bu parçalı yapısı ve bu parçaların çakışma, örtüşme ve kesişme ilişkileri bir yapbozun parçaları gibi birleştirilince ortaya bir bütün çıkaracak bir dağılım arz etmez. Kavramları birbirine bağlayan köprüler her zaman için hareketli köprülerdir.

Deleuze’ün diğer filozoflar üzerine yaptığı çalışmalar kavramların bu parçalı ve değişken yapısının açıkça görülebileceği bir saha çalışması gibidir. Felsefe tarihinin en önemli kavramları değişik bir biçimde titreştirilerek yahut bu kavramlar içindeki köprülerin yerleri değiştirilerek mevcut kavramsal ilişkiler incelikli bir biçimde altüst edilir. Bu, bir yazısında Deleuze’ün dile getirdiği gibi söz konusu filozoflarla reddedemeyecekleri bir canavar çocuk yapan bir arkadan yaklaşma etkinliğidir.

Deleuze’ün yirmi sekiz yaşında paylaşımı yaptığı ilk çalışması Ampirizm ve Öznellik özellikle Fransa’da yoğun bir biçimde çalışılan Heidegger ve Husserl’in çalışmalarının aksine yüzünü İngiliz ampirizmine ve bu geleneğin en önemli filozoflarından David Hume’a dönmüştür. Deleuze bu kitabında felsefenin en önemli sorunsallarından birini, ampirizm ve usçuluk gelenekleri içindeki ilişkiyi, tamamıyla faklı bir düzlemde kurgulayacaktır. Deleuze’ün Hume’da özellikle dikkatini çeken birleştirici herhangi bir üst unsura dayanmadan ortaya konan kendilik ve öznellik anlayışıdır, diğer bir deyişle, Deleuze Hume’da aşkınsal mekanizmalara gerek duymadan ortaya konacak bir öznellik anlayışının izlerini sürer. David Hume’un zihnin çalışma şekillerini açıklarken ortaya koyduğu çağrışım(association) nosyonunun bunun yanında inanç ve ilişkilerin dışsallığı düşüncesi yalnızca öznellik yönünden değil toplumsallık kavrayışı yönünden da Deleuze’ün içkinlik felsefesinin önemli kaynaklarından bir olacaktır.

Nietzsche ve Felsefe çalışmasında ise Martin Heidegger’in yorumunun hakim olduğu Nietzsche çalışmalarına yeni bir bakış açısı getirecek ve Nietzsche çalışmalarını radikal bir biçimde değiştirecektir. Deleuze bu kitabında ilk kez Nietzsche’deki aktif ve reaktif kuvvetlerin ilişkisine eğilerek neden reaktif kuvvetler tarih boyunca aktif kuvvetlere üstün çıkageldiği sorusuna yoğunlaşır. Bu çalışmasında vurgulayacağı diğer hususlardan biri Nietzsche’nin olumlayıcı felsefesidir. Olumlama herşeye evet demek demek değil, evet ve hayır içinde Hegelci olmayan bir zıtlık kurmak manasına gelecektir. Reaktif kuvvetler kendilerini bir çifte olumsuzlama ile tanımlamak durumundayken aktif kuvvet için başlangıç noktası hep bir olumlama olacaktır. Deleuze’e göre Nietzsche’dekigüç istenci de güç istemek demek değil olumlanan herşeyin “üssü n” şekilinde olumlanması demektir. Bundan dolayı Deleuze için Bengi Dönüş aynılığın geri dönmesinden ziyade bir test ifade eder ve bu testten yalnızca aktif kuvvetler ve olumlama geçebilir. Deleuze Nietzche’nin felsefesini yaşamı başka aşkın değerler karşısında değersizleştimenin, yani yaşamın değerini sıfıra indiregeyennihilizmin karşısında yaşamı olumlayan içkinci bir çalışma olarak sunar. Nietzsche’nin iyinin ve kötünün ötesinde kurmaya çalıştığı etik böylece önceden kötü kabulen herşeyin artık makbul sayılacağı bir yerde değil, iyinin ve kötünün birtakım aşkınsal değerlerden ziyade içkin kriterlere göre değerlendirileceği bir düzlemde cereyan eder.

Immanuel Kant’ın Eleştirel Felsefesi kitabında da gerek Hume monografında öznellik teması etrafında gerekse Nietzsche’nin ahlak eleştirisi çerçevesinde öne çıkan aşkınsallık eleştirisini bu kez aşkınsallığın en önemli adreslerinden birinde, Kant’ın usun eleştiri çalışmalarını değerlendirerek yeniden formüle edecektir. Bu çalışmayı Deleuze’ün en özgün “arkadan yaklaşma”larından biri olarak değerlendirmek olabilecekdür zira Deleuze bu monografında Kant’ın aşkınlıksal hareketlerinin güzergahlarını ortaya koymaktansa Kant düşüncesinin içkinlik hatlarının bir haritasını çıkarır. Deleuze için Kant’ın dehası bir noktada usun içkin bir eleştirisini sunmasında yatmaktadır zira Kant’ın aşkınsal yanılsama kavramı kaynağını dış dünya çapından değil bizzat usun kategorilerinin gayrımeşru kullanımından alır. Kant’a göre aşkınsal illüzyon, usun kategorilerinin Tanrı, Ruh, Kozmoz gibi deneyim alanında dahil olmayan antitelere uygulanmaya çalışılmasından ileri gelir oysa ki bu antiteler usun birtakım tasım dizilerininin boşluklarını doldurmak üzere ürettiği tamponlardan başka bir şey değildir. Yani usun meşru işleyişi içkin bir işleyişe bağlı kılınmıştır. Ne var ki Kant’ın bilinç için kurduğu bu içkinlik düzlemi en nihayetinde bu düzlemin dışarısında tasarlanan aşkın bir özneye endekslenecek ve böylece usun eleştirisi içkin bir güzergahtan uzaklaşacaktır. Bu nedenle Deleuze için Kant’ın olabilecek deneyimin koşullarını ortaya koymaya çalışan aşkınsal felsefesini gerçek deneyimin genetik koşullarını ortaya koymaya çalışan bir düşünceye dönüştürmeye girişecektir.Kant’ın açtığı bu usun içkin eleştiri güzergahı, ardından Guattari ile birlikte kaleme alacakları Anti-Oidipus için en temel temalardan birini teşkil edecektir. Kant’ın eleştirel felsefesi kitabında öne çıkarılan problemlerden bir diğeride Kant’taki usun yetilerinin birbiriyle uyumu ve ilişkisi sorunsalıdır. Deleuze Kant’ın bir anlamda bu ilişki sorununi ele aldığı ve yargı yetisine yoğunlaştığı son kritiğini yetilerin uyumundan sorumlu aşkınsal bir mekanizma ortaya koymamasından dolayı olumlayacaktır.

1964’te yayımlanan Proust ve Göstergeler çalışması Deleuze’ün edebiyata etraflıca yöneldiği ilk çalışmasıdır. Dönemin ”Kayıp Zamanın İzinde” serisini yaygın ele alış izleğinin aksine Deleuze bu çalışmayı hafızaveyair fenemonolojik bir deneme olarak okumayı reddecek ve bu “izinde olma” (recherche) halini çeşitli göstergelerin anlamını idrak etmeye çalışmaveyair bir çıraklık olarak ele alacaktır. Deleuze, Marcel’in keşfetmeye giriştiği bu göstergeleri dünyevi göstergeler, aşk göstergeleri, duyusal deneyim göstergeleri ve sanat göstergeleri olarak dörde ayırır. Deleuze bu kitaplar husunda çok fazla öne çıkarılan “istemsiz hafıza”yı da duyusal deneyim göstergelerine dahil eder fakat Deleuze için istemsiz hafıza bu seri için bunun bunun yanındalıklı bir konum sahibi olmaktan uzaktır zira yalnızca sanat göstergeleri özlere ve zamana dair etraflı bir kavrayış sunabilir. Bu özler, değişmeyen nitelikler olarak hakikatlerine ulaşılacak kapalılıklara değil bir karşılaşma serisi içinde sürekli olarak varyasyon halinde olan bir üretime tasvir eder. Bu üretim geçmişe endeksli bir aynılıktan ziyade yalnızca farklılığığın tekrarlandığı yaratıcı bir zamansallık prensibiyle çalışır.

Bergsonculuk (1966), Proust ve Göstergeler’de ön plana çıkan geçmiş ve hafıza hususundaki incelemenin yeni bir bağlamda geniş bir şekildeca ele alınacağı bir çalışmadır. Bu bağlam kaynağını ilk kez Henri Bergson’un sezgi metodundan alır. Deleuze Bergson’un felsefesini süre, hafıza ve élan vital olmak üzere üç basamakta inceleyecek ve sezgi metodunu bunları çaprazlamasına kesen bir kavram olarak öne çıkaracaktır. Deleuze’e göre sezginin üç temel faaliyeti mevcuttur: sorunsallar yaratır, niteliksel farkları keşfeder ve gerçek zamanın kavranmasını sağlar. Bergson’un yanlış problemler kavramı Deleuze’ün sezgi münakaşasında önemli bir yer tutar. Yanlış kategorisini sorunsala uygulamayı tercih eden bu Bergsoncu manevra iki çeşit yanlış problem tanımlar. Bunlardan ilki, olmayan problemlere ilişkindir, diğer bir değişle, bu problemler bir yanılsamadan ibarettir. Gerçek ve olası, varlık ve hiçlik, düzen ve kaos kavramları değerlendirilirken bu ikililerden ilk terime ikinci terimin sahip olmadığı bir bunun bunun yanındalık tanıyıp ikinci terimi tekrar bu yoksunluk üzerinden tanımlamak olmayan probleme örnektir. Söz gelimi olası kavramı gerçekleşmeyi bekleyen olarak yani gerçekleşmiş olmaktan mahrum olmak özelliğiyle kişiliğize edilir ve zamansal ölçekte böylece gerçeğin öncesine yerleştirilir. Deleuze, virtüel kavramını Henri Bergson’un işaret ettiği bu yanlış problemi gözeterek kurgular zira Deleuze’de virtüel olan gerçek olanın zıddı değildir. Virtüel, minimum gerçek kadar gerçektir bu yüzden gerçekleştirilmeyi beklemez. Aktüel olan ise virtüel olandan gerçeklik ölçeğinde değil yeğinlik ölçeğinde farklılaşır. Yani virtüelin, aktüel ile genetik bir ilişkisi olsa da aktüelizasyon bir benzerlik ilşkisine dayanmaz. Deleuze bu farklılaşmayı da Bergson’un işaret ettiği bir diğer yanlış sorunsal düşüncesini gözeterek tasarlar. Bergson’a göre niteliksel olarak birbirinden farklı terimleri aynı gruba dahil etmek bozuk ifade edilmiş sorunsalların kişiliğidir. Zeno paradoksu zaman ve uzamı an şeklinde bir üçüncü bölümde buluşturup aynı biçimde parçalamaya çalıştığı için bozuk ifade edilmiş sorunsala bir örnektir. Aktüel ve virtüel içindeki fark da niceliksel değil niteliksel bir fark ifade eder.

Yine Deleuze’ün en fazla yüzlü ve girift kavramlarından birisi olan çokluk da Deleuze’ün Bergson okumasıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Çünkü çokluk Bergson’un vurguladığı türden niteliksel bir farkı yüzeye taşır ve diferansiyel bir düzlem öngörür. Bergson uzayı uzamsal nümerik çokluklara zamanı ise yeğinliksel sürekli olarak çokluklara dahil ederek ilk kategorinin nitelikte herhangi bir değişiklik olmadan bölünebileceğini fakat ikinci türden fazlalukların yani yeğinliksel sürekli olarak çoklukların bölünmesinin ise bu çoklukların niteliğinin bütünüyle değişmesi manasına geleceğini ifade eder. Deleuze’ün hemaktüel hem de virtüel kavrayışı için Bergson’un nicelikten fazla niteliksel bir toplamın altını çizen Bergsoncu çokluğun sunduğu bu diferansiyel düzlem elzemdir.

1968 senesinde yayımlanan Fark ve Yineleme kitabında Deleuze yeni bir fark kavramı ortaya koymaya çalışır. Bu girişimin odağında farkı özdeşliğin türevi yani iki özdeşlik içindeki bir ilişki olarak değil de hiçbir dolayıma başvurmaksızın kendinde fark olarak kavramak yatar. Deleuze özellikle Platon, Aristo, Descartes, Hegel ve Heidegger’in farkı ele alış şekillerini geniş bir şekildeca değerlendirir ve Platon’un simulakrayı bir modele bağımlı ve ikincil kıldığı, farkı temelde bir olumsuzlamaya endeksleyen düşünce güzergahının tam tersi yönünde bir manevrayla kendinde fark kavramını ortaya koyar. Bu anti-Platonik fark kavrayışı, özdeşliği kendinden her daim farklılaşan bir farka ardıl kılar ve soyutlamayı değil farklılaşmayı vurgulayan yeni bir İdealar kuramının hatlarını çizer. Bu yeni anlayışa göre İdealar modelden ziyade bir problem belirtir.

Bu yeni fark kavrayışı bununla birlikte yeni bir yineleme kavrayışını da getirecektir zira farkı özdeşliğe indiregeyen en temel manevralardan biri tekrarın varsaydığı zamansal dağılıma ilişkindir. Bu noktada Deleuze dairesel ve Kantçı olmak üzere iki farklı zaman kavrayışına eğilir. Deleuze’e göre dairesel zamanın işaret ettiği teleoloji ve Kantçı zamanın dönüşü olanaksız kılan doğrusal dağılımı yinelemeyi özdeşliğe mahkûm etmektedir. Deleuze’ün yineleme anlayışı ise Nietzsche’nin olumlamayı esas alan Bengi Dönüş’ü gibi aynılığın değil yalnızca farkın geri dönüp ve tekrarlanabildiği seçici bir zamansallığa dayanır. Deleuze’ün tarih anlayışı için Hegelci diyalektikte olduğu gibi olumsuzlama değil farkların olumlanması esastır.

Deleuze çizdiği bu özgün fark metafiziği çerçevesi içinde fark ontolojisinin de kavramlarını ortaya koyar ve ”Bergsonculuk” çalışmasındaki zaman ve çokluk tartışmasını bu fark ontolojisine eklemler. Platon’un idea ve görüngü içinde tespit ettiği ilişkinin aksine aktüel virtüeli model alarak taklit ediyor değildir; aktüellikler, çeşitli yeğinliksel süreçler neticesinde farklılaşarak görülmektedir. Virtüel aktüeli dışardan koşullayıp kontrol ettiği aşkınsal bir düzlem değil, içkin bir ilişki ortaya koyar.

Fark ve Yineleme kitabındaki “dogmatik düşünce imajı” tartışması da Deleuze’ün felsefe tarihiyle hesaplaşması yönünden önemli izleklerden birini ortaya koyar. Deleuze’e göre Descartes’ın bütün varsayımların öncesinde hakiki bir başlangıç noktası için ”cogito”ya gitmesi esasında çok temel bir varsayıma yaslanmaktadır: herkes düşünmenin ne demek olduğunu bilir. Bu varsayıma düşünme faaliyetinin hakikatla hep çok yakın bir ilişki içinde olması zaruriyeti eklemlenince Deleuze hakiki başlangıç aslında düşünme etkinliğinin aklıselime geri dönmesi yani aklıselimi tasdik edecek bir an bulunması sorununden ibaret olduğunu belirtir. Öbür yandan Deleuze için düşünmek dogmatik düşünce imajının öngördüğü gibi dünyayla etkileşimin azaldığı, meditatif bir etkinlik belirtmez. Tam tersine dünyayla birebir ilişki içinde, bir uyumsuzluk neticesinde ve bir zaruriyet olarak görülmektedir.

Deleuze dogmatik düşünce imajı münakaşasında “yanılgı”ya yönelik çeşitli kavrayışların da çoğu kez aklıselimi tasdik etmekten öteye gidemediğini ortaya koyar. Zira dogmatik düşünce imajı için önermelerin iki boyutu mevcuttur: anlatım(expression) ve adlandırma(designation). Bu iki boyutlu düzlemde anlam anlatım düzlemine ait kılınır ve bir önermenin doğruluğu yahut yanlışlığı anlamın adlandırdığı objeye bakılarak tasdik edilir. Yani doğruluk ve yanlışlık anlamla değil adlandırmayla ilişkili kılınır zira yanlış önermelerin de belirli bir anlamı olacaktır. Anlam böylece doğruluğu ve yanlışlığı koşullayan fakat hiçbir biçimde ondan etkilenmeyen bir satıhta tanımlanır. Deleuze ise anlamın adlandırmaya ve adlandırmanın sonuçlarına kayıtsız bir düzlemde şekillendirilmesine karşı çıkar ve önerme ile adlandırma içindeki ilişkiyi anlam düzlemine taşır. Böylelikle anlam önermeye ait bir yüklem olmaktan ziyade önermenin içkin koşullarını ortaya koyan bir problematik halini alır.

Deleuze de öteki postyapısalcı düşünürler gibi, genel felsefe tarihinin eleştirisiyle çalışır, ve onu yeniden kurgular. Bu girişim, bilinen anlamda Felsefe tarihi anlayışının yerlebir edilmesi manasına gelmektedir. Sabit bir varlık düşüncesini sorgular Deleuze ve özne-nesne ilişkileri üzerine kurulu kuramları devirmeyi amaçlar. Bir tür Ayrım Felsefesi’dir Deleuze’un istedigi diyebiliriz. Başka bir değişle ise olayveya oluş felsefesi sözkonusdur burada. Bu çiçeği burnunda bir düşünmenin temelendirilmeye çalışılmasıdır.

Félix Guattari ile birlikte yaptıkları çalışmalarda kök-sap (rizom) kavramının meydana geldiği ve belirleyici bir rol oynamaya başladığı görülür. Kök-saplar birlik ve bütünlügü olmayan çokluklardır, ki Deleuze’un felsefesinde çokluk önemli bir kavramdır. Sabit bir düzenleri sözkonusu degildir bu kök-sapların, fakat kök-sapın belli bir noktası başka bir nokta ile ilişkili olabilir. Şu veya bu noktada kopmalar olabilir, kesintiler olabilir. Kök-saplar belli bir yapıya veya köke bağlanmazlar Deleuze’un düsüncesinde. Dolayısıyla kök-sap, gerçekliğin temellük edilmesi anlamında bir model degildir, yalnızca belirli karşılaşmaların (hadiselerin veya oluşların) bilgisine dayalı bir düşünme girişimidir.

Felsefe tarihi içinde Deleuze’un ilgisini çeken düşünürler ilginc bir seyir gösterir.Misal verilecek olursa başlıca olarak şunlar: Stoacılar, David Hume, Henri Bergson, Friedrich Nietzsche, Gottfried Leibniz ve belirgin olarak da Spinoza. Bunların aralarında çok az düşünsel bağlantı noktaları mevcuttur, buna karşın Deleuze’un üzerinde değişik yönlerden etkileri sözkonusudur. Her biri belirli şekillerde felsefe yapmayı sorun etmiş bireylerdir bunalr ve felsefe dışına doğru çaba göstermişlerdir. Felsefe yapmanın eleştirisi Deleuze’un ilgisini çeken noktadır, cünkü o soyut kuramlardan daha çok oluşun yaratıcılıgının düşünülmesinden yanadır. Dolayısıyla Immanuel Kant gibi filozoflar yoğun bir eleştirellikle değerlendirilir.

Deleuze, özgül terimler ve kavramlar üretir. Bunların her biri yine bağlamları itibariyle de özgül konumlara sahiptirler; bu bakımdan öteki postyapısalcılar gibi ve belki de çok daha yüksek onun yazılarını anlamanın zorlukları mevcuttur. Bir yanda Kant türü bir ussalcılığın eleştirisi bir yanda kuramsal bir donukluk manasına gelen Hegelciliğin reddedilmesi Deleuzecu düşüncenin detaylarını gösterir. ” Bergsonculuk ” kitabında Hegel zıtlığının çerçevesi görülür.

Deleuze’e göre bedenler ve olaylar her zaman şimdide (şimdiki-an’da) varolurlar ve bundan dolayı Deleuze bir tür oluş felsefesi daha da ilerletmeye çalışır. Her eylem sonsuz bir oluşun parcasıdır, asla dil yoluyla belli bir özneyle bağlantılandırılabilecek bir nitelik arz etmezler. Özne degil ama beden kavramı Deleuzecu felsefede temel öneme sahiptir. Spinoza da gerçek anlamda bedenin ne oldugunu kavramış bir düşünür olarak kabul edildiği için Deleuze aracılığıyla hayli önemsenir.

Deleuze 1969 senesinde psikanalizci ve siyasal eylemci Félix Guattari ile tanışır. Bu tanışma onun düşüncesinde önemli bir uğrak olarak kabul edilmektedir.İkili bu andan bu yana birlikte derinlikli ve etkili ortak çalışmalara imza atmışlardır.

Felsefe Nedir? başlıklı kitap ikilinin Felsefe ile ilgiliki fikirlerini vermektedir açık olarak.Buna göre felsefe bilimden ayrı olarak, kavramlar yaratmaktır, ama öyle ki fakat dışsal bir gönderme düzlemine veya aşkın bir doğruluk mantığına dayanmaksızın.

Deleuze, felsefenin ötesinde sanat alanlarının pek çoğu üzerinede çalışmalar yapmıştır. Marquis de Sade, Franz Kafka ve Marcel Proust üzerine bilinen çalışmalarının ve Michel Tournier’a yönelik göstedigi ilginin ötesinde müzik, resim, roman ve öykülere dair bir çok makalesi sözkosudur. Deleuze’un geleneksel felsefeye karşı köksüz ve merkezsiz düşüncelerini en iyi ve açık olarak anlatacak kavramlar, yine kendi eseri olan ” yersizyurtsuzluk ” ve ” göçebe düşünceler ” kavramlarıdır.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.