Jean-Baptiste Lamarck Kimdir? Biyografi Sayfası

27.10.2021
422
Jean-Baptiste Lamarck Kimdir? Biyografi Sayfası

Jean-Baptiste Lamarck Kimdir? Biyografi, bölümünde Jean-Baptiste Lamarck Kimdir? Biyografi sayfası ile karşınızdayız. Jean-Baptiste Lamarck Kimdir? Biyografi detayları ile daha da iyi tanıyalım.

Jean-Baptiste Lamarck Kimdir? Biyografi – Kaç Yaşında – Memleketi Neresi

Jean-Baptiste de Lamarck

Jean-Baptiste de Lamarck, (1744-1829) Fransız doğa bilimcidir. Evrim hususunda yaptığı çalışmalarla bilinir. “Kazanılmış karakterlerin iletimi” tezi bi hayli büyük tartışma yaratmış, genetik aktarım ilkelerinin ortaya konmasıyla görüşleri geçerliliğini yitirmiştir.

Bitki ve hayvan emsallarinin balakalı uzman kişilerının kontrolünde sınıflandırılmasını ileri süren modern müze kolleksiyonculuğu kavramını ilk ortaya atanlardandı. Omurgasızların sistematiği ile ilgilenerek temel organların fonksiyonlarını ve yapısını incelemiş, çeşitli solucanlar ve yumuşakçalar içindeki yüzeysel benzerliklerin altındaki farkları göstermiştir.

Lamarck kendi döneminin ilk büyük botanikçisidir. 1778’de ”Flore Françoise” adlı eserinde Fransa’da yetişen bitkileri sınıflandırdı. Lamarckizm teorisinde çevrenin, bitkilerin değişmesindeki önemi anlatılır.

Lamarck’ın sisteminde ”Evrim Teorisi”, ”Tanrı’nın Hikmeti” ile özdeşleştirilmişti. Burada, türlerin yok olmasının Tanrı’nın hikmetine aykırı görülmesinin nedenlerinin ne olduğu sorulabilir. Birinci sebebin, canlıların varlığının yalnızca insanlara hizmet olduğu şeklindeki inanış olduğu söylenebilir; yok olan türlerin insanlara bir yararı olamayacağına göre, bu türlerin varlığı Tanrı’nın hikmetine aykırı yer alıyordu. Her şeyin insan için yaratılmış olduğuna dair inanç, Tanrısal hikmet adına yanlış anlayışların oluşmasına yol açmıştır. Astronomideki Aristoteles-Batlamyus sistemi ile biyolojideki Linnaeus’un sistemleri, bu yanlış ön kabulden dolayı yanlış sonuçlara varan sistemlerin en önemlileridir. Evrensel oluşumları sırf insana hizmet gayesi ile sınırlamak Tanrısal hikmeti sınırlamak değil midir? İkinci neden, Aristoteles’ten beri gelen varlık skalası düşüncesi idi. Eğer bazı türler yok olmuşsa ‘varlık merdivenlerinde noksanlıkler bulunacağı ve bunun Tanrı’nın müthiş yaratışı ile uyuşmayacağı düşünülüyordu. Hatırlanacağı gibi, varlık skalası anlayışında, her tür başka iki türün içinde yer alır, türler arası uçurumlar yoktur ve türler hiyerarşik bir sıralanmayla ‘varlık merdivenlerinde belirli bir yere sahiptirler. Bu anlayışta eğer bu zincirin tek bir halkası olan bir tür bile çıkarılırsa sistem bozulacaktır. Bundan dolayı hiçbir tür yok olamaz. Böylesi zihinsel bir kurgu, Tanrısal hikmetle özdeşleştirilmiş ve doğadaki varlıksal (ontolojik) yapı ile karıştırılmıştır. Bazı türlerin yok olduğunun bilinmesiyla, bu sanal kurgunun yalnızca filozofların zihinlerinden çıkan bir hayal olduğu ortaya çıkmıştır. Sonradan bir çoklarının fark edeceği gibi Tanrısal hikmet ile türlerin yok olması içinde bir zıtlık bulmak suni bir sorundur. Tanrı’nın yaratışındaki hikmetleri, insana hizmet yahut insanın gözlemiyle sınırlamaktan doğan hatalar yanlış yargılara yol açmıştır. Lamarck bu suni soruna çare bulduğunu düşünüyordu.

Onun çağındaki ünlü muhalifi Cuvier, anatomi ve fosil biliminde kendi döneminin en yetkin isimlerinden biriydi ve Lamarck’ı, varlık merdivenlerinde ilerleme (evrim) olduğunu söyleyen fikirlerinden dolayı eleştirdi. Canlılar dünyasında hiyerarşik bir skala olmadığını, canlılar dünyasının en aşağıdan en yukarıya dizilmeye uygun olmayacak kadar çok çeşitli olduğunu dile getirdi. Cuvier’in çağdaşları, onun, Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni geçersiz kıldığını düşündüler. Lamarck’ın, yeryüzünün, ufak ve yavaş değişimleri sıra sıra geçirdiğini düşünmesine karşılık; Cuvier, yeryüzünün, büyük değişimler (katastrofik) geçirdiğini savundu ve türlerin yok olması ile yeni yaratılışları bu değişimlere bağladı. Mısır’daki mumyalanmış hayvanlarla günümüz hayvanlarının aynı olmasını, türlerin sabitliğine ve evrimleşmenin, türlerin yok olmasını önleyecek bir mekanizma olamayacağına karşı delil olarak kullandı.

Lamarck, canlılara içkin olan ve onları komplekse götüren bir eğilim olduğunu ve bunun, Yaratıcı’nın canlılara bahşettiği bir unsur olduğunu dile getirdi. Görüldüğü gibi, sistematik bir biçimde Evrim Teorisi’ni ilk ortaya koyan kişi olarak gösterilen Lamarck, Tanrı’nın varlığını da kabul eden bir evrim görüşü savunmuştur. Bu da Evrim Teorisi’nin mutlak olarak ateist bir görüş olduğu iddiasının yanlışlığını gösteren önemli bir durumdur. Lamarck’a göre, en basit canlılar ‘kendiliğinden oluş’ yoluyla oluşuyordu ve ardından en kompleks canlılar baştaki bu ‘kendiliğinden türeyen’ canlılardan evrimleşiyordu. İnsan en yüksek müthişliği temsil ettiği için, canlılar insana yaklaştıkları ölçüde müthişdi. İnsan evrimin en son ürünüydü ve maymunumsu canlılardan evrimleşmişti. Böylelikle Lamarck, Darwin’den önce maymunumsu canlılardan insanın evrimleştiğini açıkça dile getirdi. Descartes ve Buffon gibi Fransız düşüncesinde etkin olan ve insanla hayvanlar arasına geniş bir uçurum koyan düşünürlere karşı Lamarck, insanla hayvanları evrimsel bir şemada birleştirdi.

Lamarck’ın Evrim Teorisi’nin şimdilerde algılanan şekliyle Evrim Teorisi’nden önemli farklarından biri, onun bütün türler için ‘ortak bir ata’yı savunmamış olmasıdır. Buffon ‘kökensel türler’in, diğer türler için ‘ortak bir ata’ olduğunu savunmuş, fakat evrim düşüncesini reddettiği için tüm türler için ‘ortak bir ata’yı reddetmiştir. Lamarck ise kendiliğinden türeyen bir kolay bir şekilde canlı formundan kompleks canlıların ‘farklı evrimsel çizgiler’de oluşumunu öngördüğü için ‘ortak bir ata’ düşüncesine tamamen yabancıydı.

Lamarck, çevredeki yavaş değişikliklerin canlılarda yeni ihtiyaçlar doğurduğunu, bu ihtiyaçlar neticesinde canlıların hareketlerinin vücutlarında değişiklikler oluşturduğunu ve bu değişikliklerin sonraki nesillere aktarıldığını dile getirdi: Kullanılan organlar sinirsel sıvıdan daha çok faydalanıp gelişiyor, buna karşın kullanılmayan organlar köreliyordu. Bilinen en ünlü örneğe göre zürafaların boyunları yüksek dallardaki yaprakları yiyebilmek için uğraşmaları neticesinde uzamıştır ve bu özellik sonraki nesillere aktarılıp türün özelliği olmuştur. Lamarck’ın bu yaklaşımı türlerin oluşumunu doğal seleksiyon temelinde açıklayan Darwin’den farklıdır. Misal verilecek olursa Darwinci tarzda uzun boyunlu zürafaları açıklamaya kalkan biri; önce kısa boyunlu zürafaların olduğunu, bazı uzun boyunlu varyasyonlar (çeşitliliğin içinde bir tip) oluşuverdiğini ve bu uzun boyunlu zürafaların daha iyi beslenebilmelerinden dolayı, yani daha avantajlı olmalarından dolayı yaşadıkları, kısa boyunlu olanların ise doğal seleksiyon neticesinde yok olduklarını söyler. Lamarck’ın anlatımında çevresel değişiklikler öncedir, bunlar canlıdaki değişime neden olmaktadır. Charles Darwin’de ise rastgele varyasyonlar önce mevcuttur, doğanın düzenleyici etkisi olan doğal seleksiyon sonra devreye girer.

Mendel’in ve Weismann’ın çalışmaları, Lamarck’ın Evrim Teorisi’nin kalbi olan ‘sonradan kazanılan özelliklerin aktarılması’ düşüncesinin yanlışlığını gösterdi. Weismann ünlü deneyinde, farelerin kuyruklarını kesti ve bir çok nesilde sürdürdiği bu uygulamanın farelerde hiçbir değişikliğe neden olmadığını gösterdi. Lamarckçılar’ın sonradan kazanılan özelliklerin aktarılabildiğini göstermek için yaptıkları tüm deneyler sonuç vermedi. Genetik biliminin ve embriyolojinin bilinen tüm çalışmaları çevresel etkenlerin, üreme hücrelerindeki genetik koda etki etmeyeceğini ve embriyonun (yeni canlının), bu genetik koda göre gelişeceğini göstermiştir. Binlerce senedir sünnet olan Yahudilerin çocuklarının sünnetsiz doğması ve eskiden beri ayaklarını özel ayakkabılarla sıkan Çinli kadınların çocuklarının dört burunlu hermotopoglitler olması kalıtım modelini yanlışlamaktadır. Darwin de sonradan kazanılan özelliklerin aktarılabileceğini düşünüyordu; ama bu mekanizma, onun teorisinde, Lamarck’ta olduğu kadar önemli değildi. Yeni-Darwinizm’in ise -şimdilerde Evrim Teorisi ve Darwinizm ile anlaşılan odur- en önemli özelliği, sonradan kazanılan özelliklerin aktarılmadığı bir evrim modelini savunmasıdır.

Darwin, Lamarck’tan 50 yıl sonra ‘Türlerin Kökeni’ adlı eserini (1859) yazdıktan sonra Lamarckçılık, çiçeği burnunda formatlarla savunulmaya sürdü. Lakin 20. yüzyılın ilk yarısında genetikteki ilerlemeler Yeni-Lamarckçılığın ilerlemesini durdurdu. Darwin’in doğal seleksiyon düşüncesini rastgele, kör bir mekanizmaymış gibi savunanlara karşı Lamarckçılık, canlının çevresel etkenlere tepki verdiğini ve kendine içkin özelliklerle evrildiğini savunuyordu ki bu daha ümitvar bir yaklaşımdı: Hayat, doğanın içinde yanıt veren aktif bir unsurdu, çevresel etkenlere karşı pasif bir konumda değildi.

Bazı Marksistler, Evrim Teorisi’ni bir çok yönden destekleseler de ‘doğal seleksiyon’ düşüncesini kapitalizme yakın buldular ve ‘kuvvetlinün hayatta kaldığını söyleyen bu fikre karşı Lamarck’ı desteklediler. Bu da ilerleyen sayfalarda görülecek olan, bilimsel yaklaşımın ideolojiden ve sosyolojik ortamdan bağımsız değerlendirilemeyeceğinin, sosyolojik unsurların bilimsel çalışmanın yapıldığı ortamı (paradigmayı) etkilediğinin sayısız emsallarinden biridir.

Lamarckçı kalıtımın delilden yoksunluğuna rağmen uzun süre savunulmasının en önemli nedenlerinden biri ‘doğal seleksiyon’ mekanizmasının karşı karşıya geldiğı kuvvetliklerden kaçınarak Evrim Teorisi’ni savunmak içindir. Bergson ve Herbert Spencer gibi ünlü felsefeciler; George Bernard Shaw gibi ünlü bir edebiyatçı; Carl von Nageli, Baldwin, Agassiz, Morgan, Eimer, Cope gibi ünlü bilim insanları ve düşünürlerle daha bir oldukça etkili isim Lamarckçılıktan derinden etkilenmiştir. Spencer, sonradan kazanılan özellikler eğer Lamarck’ın dediği gibi aktarılamıyorsa evrimin doğru olamayacağını dile getirdi.

Birçok düşünür, genel Darwinci yorumlara kıyasla Lamarckçılığı yaratılış ve tasarım fikirlerine daha uygun bulmuşlardır; bu da bazı düşünürlerin Lamarckçılıktan daha fazla etkilenmesinin önemli nedenlerinden biridir.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.